Önce Harrison Ford (1942), James Mangold’un (1963) yönettiği Indiana Jones serisinin son halkasıyla hayranlarını coşturdu; kalabalıkları heyecanlandırdı. Epey yaşlanmıştı fakat bu sinemada oynamanın kendisini gençleştirdiğini, yine güç verdiğini söylüyordu. Bembeyaz asi saçları, hafif gülücükler saçan hınzır pırıltılı gözleriyle, tanınan sinemanın cici dedesi olmaya hiç yanaşmayan; macera sinemalarının setlerine veda etmeyi düşünmeyen; sendelemeden dimdik ayakta durmayı sürdüren Harrison Ford, ayrıyeten hoş bir sürpriz daha yaşadı Cannes’da. Açılış gecesinin baş konuğu Michael Douglas’tan sonra, verileceği evvelce duyurulmayan yeni bir Onur Palmiyesi’nin de sahibi oluverdi…
İKİ ULU ÇINAR!
Pazar günü, kırmızı halılı merdivenleri hafif aksayarak çıkan iki ulu çınardaydı sıra. Martin Scorsese (1942) ve başarılı sinemalarının sadık ortağı Robert De Niro (1943), şenlik idaresinin tüm ısrarlarına rağmen Altın Palmiye’nin 22nci adayı olmasını istemedikleri “Killers of The Flower Moon” ile, hakikaten büyük bir muvaffakiyete imza atıyorlardı. Üç buçuk saat süren, 1920’lerde ABD’nin Oklahama eyaletinde yaşanmış, topraklarında petrol bulununca güçlü olan Kızılderili azınlığı amaç alan acı ve gerçek olayları bahis edinen bu sinemada öbür başrolü paylaşan, kendilerinden sonraki neslin temsilcisi ortak dostları Leonardo DiCaprio (1974) da yanlarındaydı alışılmış… Fotoğrafçıların koro halinde, uzun uzun, Martin! Robert! diye haykırmaları, Cannes’da az yaşanan olaylardan biriydi. Basın konferanslarının yapıldığı salonun önünde saatler evvelce uzun kuyruklar oluşmuştu bile… O sıralarda, “Cannes Classics” seçkisinde, geçen yıl kaybettiğimiz Jean-Luc Godard anısına sunulan “Godard par Godard” isimli sineması izlemeye gidenler, salona daha rahatça girebildiler…